* Satir arasi hikayeler *

  • Konuyu Başlatan Konuyu Başlatan Tahir Kemal Bozoglu
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
  • Cevaplar Cevaplar 11
  • Görüntüleme Görüntüleme 3K
Katılım
27 Mar 2008
Mesajlar
819
Tepkime puanı
0
Yaş
45
Siteyi ziyaret et
Ad Soyad
Tahir Kemal BOZOGLU
Meslek
~ Turist ~
İlgi Alanı
Kediler
Adam amansız bir derde tutulmuştu. Günden güne eriyip tükenmekte, artık Azrail Aleyhisselam'ın yolunu gözlemekteydi.

Gittiği bütün tabiplerden eli boş dönmüş, çaldığı her kapı yüzüne kapanmıştı. Yemeden içmeden kesilmiş, bir deri bir kemik kalmış, gözleri günlerdir uyku görmemişti. Bir tek, filan yerde bir hekim daha var, dedikleri vakit dizlerine biraz derman geliyor, son bir ümitle gidiyor ama oradan da bir çare bulamıyordu. Bütün hekimler ağız birliği etmişti sanki. Bu hastalığın çaresi yok, diyorlar, başka bir şey demiyorlardı.

Boynunu büküp kaderine razı olmaya çalıştığı sırada Lokman Hekim'i duydu. Kimsenin derdine çare bulamadığı hastalar onun elinden şifa buluyor, ölümün pençesinde kıvrananlar onun ilaçlarıyla yeniden doğmuş gibi oluyorlardı. O hekimlerin hekimiydi.

Adamın ne nefes almaya mecali vardı, ne de yürümeye takati. Dağların ardındaydı Lokman Hekim. Ama ne yapıp-edip, ölüm gelmeden bir de ona gitmeliydi.

Yol azığını, asasını, dostlarının dualarını aldı yola koyuldu. Mecali kalmayıp yere yığıldığı zamanlarda Lokman'ın şifalı elleriyle iyileşeceğini düşünerek tekrar kalktı. Her adımda dermana biraz daha yaklaştığını hissederek güç-kuvvet buldu. Yaklaştıkça ümidi arttı Lokman Hekim'e dualar etti, o olmasaydı ne yapardım diye düşündü, gülümsedi, yürüdü dağlar boyunca.

Lokman Hekim'in kapısına geldiğinde yolculuğunun yedinci günü bitmek üzereydi. Son bir gayretle kapının eşiğine geldi, oracığa yığıldı kaldı. Lokman Hekim onu içeri aldı, dinlenmesi için yer gösterdi. Adam kurtarıcısının yüzüne güldü, solgun dudaklarını kıpırdatıp, fısıltıyla dualar etti.

Hekimlerin Hekimi adamı muayene etti, sorular sordu, ne olduğunu anlamadığı bir şeyler yaptı. Sabaha doğru hastasını incelemeyi bırakıp alnındaki teri sildi, bir köşeye oturdu, düşünceye daldı. Adam gözlerini aralayıp yalvararak kurtarıcısına baktı. Bir güzel söz bekledi, bir ümit kırıntısı, yaşayacağına dair bir tek söz, bir tebessüm hiç olmazsa...

Oturduğu yerden yavaşça doğruldu Lokman Hekim, hastasının elini tuttu, gözlerini gözlerine dikti. Adam yalvarırcasına bakmaya devam ediyor, gözleri yaşlı, nefesini tutmuş bekliyordu.

— Evlat, dedi Hekimlerin Hocası, senin derdinin dermanı bende yok!

O anda zaman durdu sanki, hasta adam bir ah çekti, boynu yan tarafa düştü.

Öğleye doğru kendine geldi, zorlukla ayağa kalktı hiçbir şey söylemeden asasına dayanarak kapıdan çıkıp gitti. Nereye gittiğini bilmiyordu, nereye kadar gidebileceğini de... Burada, son ümidini de yok eden bu adamın yanında kalmak istemiyordu, o kadar. Ölüme gidiyordu adam.

Akşamüstüne kadar hiç durmadan yürüdü. Dizlerinde derman tükenince bir ağaca doğru sürünerek ilerledi, sırtını ağaca yasladı. O anda uyku hücum etti gözlerine, direndi. Gözleri kapanırsa bir daha açılmayacak gibi geliyordu. Biraz ilerideki koyun sürüsünü izlemeye başladı. Kuzulara baktı, annesinin etrafında oynaşan kuzulara. Gözünün önüne çocukları geldi, gözlerini aralamaya çalıştı. Peh, dedi, Lokman Hekim'miş, güya hocaların hocası!..
Kuzuları seyretmeye koyuldu tekrar. Göz kapaklarını ellerinin yardımıyla açık tutmaya çalışıyordu ki, o da ne, simsiyah bir yılan kuzularla beraber kara bir koyunun memelerinden süt emiyordu. Gözlerini ovuşturdu, daha dikkatli bakmaya çalıştı, evet öyleydi. Adam şaşkınlık ve merakla seyrederken, karayılan kara koyunun memelerinden emeceği kadar emdi, kıvrıla kıvrıla sürüden uzaklaştı, sonra ak bir taşın üstüne emdiği bütün sütü kustu.

Düşündü adam. Bu bir işaret miydi? Belki... Ölümü beklemek, ölüme gitmekten daha zordu. Sürünerek ak taşın yanına vardı, kararını verdi, yılanın kustuğu sütü içip ölecekti. Taşın üstündeki siyahlaşmış süt birikintisine baktı, bir an durakladı, sonra içiverdi. Lokman'mış, dedi, Lokman!.. Bir daha içti. Gözleri kapanıyordu, engel olmadı gözlerine, kuzulara baktı son kez, başı dönüyordu. Ak taşın üstüne yığılıp kaldı adam.

Güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açtı, etrafına bakındı. Akşam neler olmuştu? Ak taşa ilişti gözü, hatırlamaya çalıştı. Ölmeyi bile becerememişti.

Ağaca doğru yürüdü, eğilip asasını aldı, dönüp bir ak taşa, bir asaya baktı. Ama ağaca kadar asasına dayanmadan nasıl yürüyebilmişti? Nasıl olurdu bu? Kendini şöyle bir kontrol etti, nefes alıp verdi, bir başkalık vardı vücudunda, iyi hissediyordu kendini.

Köyüne doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe açıldı, açıldıkça kendine geldi, asayı attı. Eskisi gibiydi. Sanki dün akşam sürünerek ölüme giden adam kendisi değildi. Elindeki çıkını fırlatıp attı, sevinç içinde köyüne, çocuklarına doğru koşmaya başladı.

O anda Lokman Hekim aklına gelince durdu, dönüp geldiği yola baktı, kararını verdi, geri dönüp onu görecekti. Hani benim derdimin dermanı yoktu, hani sen hekimlerin hocasıydın, bak işte sapasağlamım diyecekti. Sen de tabipsin öyle mi, hadi canım!.. Bak bir yılanın zehri... Yok yok, söylemeyecekti nasıl iyileştiğini, bilmesin di o kendini hekim zanneden adam. Lokman Hekim'le nasıl alay edeceğini düşündükçe dizleri daha bir kuvvetleniyor, adımları hızlanıyor, vücudu biraz daha canlanıyordu.

Lokman Hekim'in evinin önüne gelip durdu. Bu defa başkaydı, eşiğe baktı, kahkaha attı, var gücüyle kapıyı çalmaya başladı. Lokman'mış, dedi bir kez daha, daha hızlı çaldı kapıyı. Lokman kapıyı açtı nihayet, içeriye buyur etti. Adam kapıyı omuzlarcasına girdi içeri.

— Bak, diyordu vücudunu göstererek, oradan oraya zıplıyor, yerinde duramıyor, hey Lokman Hekim, diyordu, bütün dertlerin dermanı varmış sende! Bir de beni muayene etsen, hocaların hocası, hah hah ha...

Lokman Hekim adama yaklaştı, omuzlarından tuttu, dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme, tane tane konuşmaya başladı:

—Ah evlat ah, senin derdinin dermanı bende yok dedim, ben nereden bulaydım karayılanı, kara koyunu, kendi rızasıyla nasıl emzirseydim, ak taşın üstüne nasıl kustursaydım...

Adam şaşırmıştı, gözlerini yerden kaldıramıyordu, ellerine sarıldı Lokman Hekim'in, af diledi yüreği yanarak.

Dermanın sahibini bilmişti adam. Gerçek derdi bilmişti...





Anliyana,iyi bir nasihat olsun insaallah...
 
Hazret-i Ebû Bekr 'r.a.' bütün mal ve mülkünü fîsebilillah sadaka verip, bir hırka ile evinde otururken, bir kimse gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp, kapıda duran kimdir diye bakdı.

- Ne istersin

- Yâ Ebâ Bekr! Onikibin akça borcum var. Bugün vermemin son günü. Muhakkak vermem lâzım. Şimdi, lutf ve kerem edip, benim bu borcumu ödeyip, beni kurtar.

- Görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü teâlâ yoluna verdim. Hattâ arkamdaki elbisemi de bir fakîre verdim. Şimdi bir hırka giyip, oturuyorum. Mal ve giyecek kalmadı. Senin borcunu nereden ödeyeyim.

- Biliyorum ve işitdim ki, sende mal kaldı. Senin fadlından ümîd ederim ki, benim bu borcumu ödeyesin.

Hazret-i Ebû Bekrin yapacak bir şeyi kalmadı. Bir yehûdîye vardı. Onikibin akçe istedi.

- İnşâallahü teâlâ yarın öğleden sonra malını vereyim.

- Yâ Ebâ Bekr, yarınki gün malımı bulup vermez isen, ne olur.

- Eğer yarın öğleden sonra senin malını bulup, vermezsem, kendimi sana köle eyledim. Dilersen satıp, parasını al, istersen beni köle gibi kullanırsın.
Bu sözleşme üzerine o yehûdî çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre onikibin akçe verdi.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' da o akçeyi o borçlu fakîre verip,

- Borcunu ver, dedi.

Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine tevekkül eyledi. Yarın vaktinde ödemeği va'd etdiğim, bu borcu ben nereden alıp, ödeyeceğim, diye düşündü. Hiçbir çâre bulamadı. Varıp, o yehûdîye köle olayım diye kalbinden geçdi.
Bu şekilde düşünürken, hazret-i Âişenin evine vardı. Selâm verip,

- Yâ kızım Âişe. Bilmiş ol ki, dün bir yehûdîden onikibin akçe alıp, bir fakîrin borcunu ödedim. Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lâzım. Akçeleri bulup, ödemezsem, kendi nefsimi o yehûdîye verdim. Şimdi vâcib oldu ki, kendimi o yehûdîye köle eyliyeyim. Yâ kızım, âhıret hakkını halâl eyle. Sağ ve asân ol. Ben gidiyorum.

Hazret-i Âişenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' kalbi mahzûn olup, ağladı. İkisi berâber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından ağlıya ağlıya çıkdı, gitdi.
Hazret-i Âişe annemiz ağlarken, mübârek gözünden bir damla yaş indi. Yere düşdü. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudretinden bir nûrânî cevher halk oldu. Hazret-i Âişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını çağırdı. Hazret-i Ebû Bekr dönüp geldi.

- Ne dersin yâ kızım!

- Allahü teâlâ bana merhamet eyledi. Gözümün yaşından bir cevher yaratdı. Şimdi var, bu cevheri alıp, pazara götür, satıp, borcunu edâ eyle.

Ebû Bekr-i Sıddîk da o cevheri alıp, pazara gitdi.

Hak Sübhânehü ve teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki,

"Yâ Cebrâîl, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafânın zevcesi Âişenin göz yaşından kudretim ile bir cevher halk eyledim. Kulum Ebû Bekr o cevheri, pazara satmağa gidiyor. Şimdi çabuk var
. Cennetde, kudret hazînemden yirmibin altın al. Bir nûrdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri satın al. Bana getir ki, o cevher bana gerekdir. Arşıma o cevheri koyayım ki, onun nûru arşımda ışık saçsın. Ve de mü'min kullarımın kabri o cevher ile münevver olsun [aydınlansın]."

Cebrâîl aleyhisselâm da yetişip, Cennetin hazînesinden yirmibin altını, bir nûrdan tabak içine koydu. İnsan sûretinde, hazret-i Ebû Bekrin pazar içinde önüne geldi.

- Yâ Ebâ Bekr! Elindeki nedir, satar mısın.

- Satarım.

- Kaça verirsin.

- Onikibin akçaya veririm.

- Bunun değeri onikibin akça değildir. Yirmibin altın vereyim.

- Eğer o fiyâta alır isen sen bilirsin.

- Şimdi aç eteğini.

Ebû Bekr hazretleri eteğini açdı. Cebrâîl aleyhisselâm eteğine altınları dökdü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, evlerine geldi. Gördü ki, akça aldığı yehûdî kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki,

- Yâ Ebâ Bekr, gel akçamı ver; yâhud kölemsin; seni hizmetde kullanırım.

Ebû Bekr hazretleri, ardından varınca; o yehûdî ayak sesini duyup, arkasına bakdı.
Gördü ki, gelen Ebû Bekrdir.

Yehûdîye dedi ki,

- Aç eteğini.

Açdı. O yirmibin altını yehûdînin eteğine dökdü.

Yehûdî dedi ki,

- Bu altın nedir.

- Yirmibin altındır. Borcuna tut.

- Senin bana borcun onikibin akçadır.

- Bu altın senin akçenin berekâtıdır.

Sonra o yehûdî altının birini eline aldı. Gördü ki, bir yanında, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılmış.
Diğer tarafında (Kulhüvallahü ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı yazılmış. Yehûdînin kalbine bir hâl gelip, hidâyet-i rabbânî yetişdi. Dedi ki,

- Yâ Ebâ Bekr! Bildim ki, senin dînin hakdır, gerçek evliyâsın. Muhammed aleyhisselâm da hak Peygamberdir.

Şehâdet kelimesi söyleyip, sadakatle müslimân oldu. O altını din aşkına cümle fakîrlere dağıtdı.
Kendisi ehl-i havâsdan oldu 'radıyallahü anh'. Ma'lûmdur ki, Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin menâkıbı ve keşfi ve kerâmetleri nihâyetsizdir. Had ve hudûdu mümkin değildir.


Kaynak -Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

Ekli dosyalar

  • Carsi merkez.webp
    Carsi merkez.webp
    43.6 KB · Görüntüleme: 1,226
Hepimiz bir ağaçtaki yapraklar gibiyiz. Ağaca çok ince bir bağla tutunuyoruz, sararıp solmamız, kurumamız ağaca bağlıdır.

Eğer şeftali yapraksız bir ağaçta olsaydı, güneş ışığı onu kavurur, sarartır, çürütürdü. Allah o meyveyi yaktırmamak için, o meyvenin başında yirmi tane yelpazeli memur koyar. Mikail a.s.'a da ferman eder, rüzgarı estirir. Ağaçların yaprakları, senin yediğin şeftalinin başına yelpaze olur.

Seninle ben bir yaprak mesabesinde, kalp meyvemizin başında, Allah'ın kudretine bağlı olduğumuzu görmeliyiz. Kalbimizde meydana gelen hidayetin, ilhamın da Allah'tan olduğunu idrak etmeliyiz. Bu idrak olmayınca meyvemiz tatsız olur, ham olur.

Kim kalbinde meleğin ilhamını duyarsa, o ilham bir tohum mesabesindedir. Kalp de bir tarla hükmündedir. O meleğin ilhamının kalpte neşvü nema bulması kudret-i ilâhiyenin elindedir.

Eser yazan müellif, yola çıkan yolcu, derse başlayan hocaefendi dualarında; “ya Rabbi, hayırlı işlere müyesser kıl, yardımını ve inayetini esirgeme” der. Yani, sen bana yardım etmezsen, sen Allahu Azimüşşan olarak bu meleğin sesini duyacak idraki bana vermezsen, melek bana yetmiş bin sene yetmiş bin kere vaaz etse duymam, demeye gelir.

Mel'un şeytanın vesvesesi de Allah'ın hükmüne söver durur. Hem de kalbinin münevver köşesinde, hem de damarlarının içinde cevelân ederek, hem de sonunu hiç görmeyerek, senin benim düşmanımız içimizde gezer. Kırmızı kanın içerisinde saraylar kurar. Allah, şeytana kalbin içinde her türlü melâneti işlemesi için kıyamete kadar mühlet vermiştir.

Bir taraftan melek, bir taraftan da şeytan kalbe seslenir. Ya bu kalbin sahibi ne yapsın?

Senin dört saatlik ömrün kalsa, bir saatini olsun duaya ver. Allah yardımını göndersin. Bir saatini de nefsin ıslahına ver ki, şeytanı alt edesin. Bir saatini de şeytanın vesvesesinden kurtulmaya ayır. Bir saatini de helâl rızk kazanmakla geçir. Yani, dua edip Allahu Tealâ'ya sığınmak, nefsin ıslahı ve helâl rızk için çalışmak gerekir.

Şeytan rızık konusunda çok vesvese verir. İnsanın kalbine endişeyi sokarak, Hakk'a yönelmesine mani olur. Halbuki “ey insan, hidayete ermek istersen, rızkının Allah tarafından belirlendiğini bil, korkuya veya hırsa kapılma” denmiştir. Madem ki Allah'a dua edip, O'na sığındın, O'nun salih kullarına gittin ve madem ki Allahu Tealâ'nın izni ile nefsini ve kalbini İslâm'a meylettirdin, rızkın için endişe etme.

“Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar. Ona beklemediği yerden rızık verir.” (Talâk, 3). Allahu Tealâ, Kur'an-ı Kerim'de yemin etmiştir. İnsanın yaşaması ve ibadetini yapabilmesi için gerekli enerji ve kuvvete yetecek rızkı, Rezzak-ı Kerim olarak vaadetmiştir. Madem ki Allahu Tealâ vereceğim diye vaadetmiştir, gayri meşru yola gitmemek lazım. İnsanın kalbini bozmaması, şeytanın iğvasına kanmaması gerekir.

Allah, kalbine melekle hayrı ilka eder. Melek de hakkı tasdik eder. Kalbinde bu tasdiki bulursan, Allah'tan olduğunu bilip hamd edersin. Vesvese ise şeytandan gelir. O, bir yandan şerri teşvik ederken öbür taraftan da Hakk'ı tekzip ederek, insanı hayırdan alıkoyup, Allah'ın yoluna düşman eder. Fakirlik ile korkutur, rızık gailesiyle haramı helâli karıştırır, fuhşiyatı emreder, günahları küçük gösterir.

Bir günahı işleyenin günahının küçüklüğüne değil, kime karşı işlendiğine bak. Verilen rızkın azlığını değil, kimin verdiğini düşün. Musibet ve bela geldiğinde, onu büyük veya küçük görme, kimin gönderdiğini bil. Sen günahı küçük görür, kasten işlersen, Allah'a karşı bilerek işlemiş durumuna geçersin.

Kalbe gelen hayırları artırmakla izzet, şerleri artırmakla zillet meydana gelir. Bizler dünyadaki şu kısa ömrümüzde nefsimizi ıslah, kalbimizi tasfiye edelim. Kalbin tasfiyesi işi, ancak şeytanın, nefsin iğvasından kurtulmakla olur.


Yarbay Efendi h.z
 

Ekli dosyalar

  • saksi.webp
    saksi.webp
    67 KB · Görüntüleme: 1,206
selamünaleyküm
Tahir abi çok güzel hikayeler yazmışsın eline sağlık.Allah razı olsun abi.yüce Rabbim bütün insanları ıslah eylesin...doğru yoldan şaşırtmasın...
 
yazılari yazan ellerin dert görmesin abi. allaha emanet ..
 
Böyle konuları sık sık acmak lazım forumlarda arkadaslar yazandan ve paylasandan Allah razı olsun selametle kalın
 
boz oglu eline dilene şaglık aeo
 
ELBET BIR GÜN KÖTÜLÜKLER DE İYİLİĞE DÖNER


İnsanın kendisine yapacağı en büyük kötülük, bir günah işledikten sonra: “Eyvah, helâk oldum! Allah(cc) beni affetmeyecek.” deyip, tevbe ve istiğfarı terketmesidir.

Allahu Tealâ, kötülük yapanlara ve haram işleyenlere “zalim” demiştir. Ancak, aynı sıfatı yaptığı kötülüklere tevbe etmeyenler için de kullanmıştır. (Hucurat/11). Halbuki, işlenen kusurlar, zamanında farkedilir, terkedilir ve tedbiri alınırsa hayra dönüşür ve kulun Allah(cc)’a yaklaşmasını temin eder. Tıpkı şeytanın, kulları Allah(cc)’tan uzaklaştırmak için çırpınması, fakat aynı zamanda ondan Allah(cc)’a sığınanlar için bir zikir ve taat sebebi olması gibi.

Anlaşılıyor ki, önemli olan işlerin sonucudur. Nice hayırlı gözüken iş, sahibini helâk ederken, nice kötü gözüken işler de iyi sonuç verebilir. Tevbe ile tavazu ve taata vesile olan kötülükler, cehalet ve kötü niyet yüzünden nefsi azdıran ve kibri artıran hayırlardan daha hayırlı sonuç verir. Bütün mesele, kulun acizliğini ve Yüce Rabbine ne kadar muhtaç olduğunu anlayıp, var gücüyle O’na yönelmesidir. Bu irfan ve yöneliş ne ile hasıl oluyorsa, o güzel bir sonuçtur.

Günaha düştükten sonra tevbeye koşanlar için bakın ne müjdeler var:

“Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah(cc)’a tevbe ediniz. Böyle yaparsanız, Rabbiniz günahlarınızı örter ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlerine koyar.” (Tahrim/8)

“Allah(cc), ancak tevbe ve iman edip salih amel işleyenlerin kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah(cc) çok affedici ve çok acıyandır.” (Furkan, 70)

Birinci ayette Allahu Tealâ güzelce tevbe eden kullarını affedeceğini vaadetmiştir. İkinci ayette ise, affedilen günahların iyiliğe çevrileceğini müjdelemiştir.

Bu ayet-i kerimelerin bildirdiği üzere kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi üç şarta bağlanmıştır: Tevbe, iman ve güzel amel.

Birinci şart olan tevbe, işin temelidir. Samimi tevbe kulu Allah(cc)’ın dostu eder. “Allah(cc) çokça tevbe edenleri sever.” (Bakara/222) ayeti, bütün kusur içindeki kulların kalbine seslenir. Rasulullah (A.S.) Efendimiz de, “Bütün insanlar hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı ise, çokça tevbe edenlerdir.” (Tirmizi, Ahmed) sözleriyle, tevbenin insanı hayırlı bir hale getireceğini müjdeler.

Hiç kusur işlemeyen kul yoktur. Ve aslında, ‘bende hiç kusur yoktur’ demek, en büyük kusurdur. Çünkü hiç kusuru olmayan ve bütün noksan sıfatlardan uzak olan sadece Allahu Tealâ’dır. Cenab-ı Hakk’ın istediği, kulların dua, tevbe ve istiğfarla kendisine yönelmeleri ve güvenmeleridir. Şu hadisteki hikmeti iyi düşünmek gerekir: “Canımı elinde tutan Allah(cc)’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah(cc) sizi yok eder, günah işlediğinde hemen istiğfar eden ve kendilerini affettiren insanlar getirirdi.” (Müslim, Tirmizî, Ahmed)

Bu hadis-i şerif şunu söylüyor: Cenab-ı Hakk’ın rahman, rahim, gaffar, settar, tevvab gibi yüce sıfatları vardır. O, bu sıfatları ile tecelli edip yüceliğini ve kullarına merhametini göstermeyi murad etmektedir. Bunun için de kusur işlediğinde bunu anlayıp haline ağlayacak kul gerekir. Aciz kula düşen, kusurunu anlayıp Rabbine koşmak; o yüce Rabbe layık olan ise bağışlamaktır. Böylece, kulların ihtiyacı karşında, Mevlâ’nın ihsanı görülmüş olacaktır.

Israr edilen günahların içinde küfre giden bir yol vardır. Ancak, terkedilen günahların sonunda da, insanın Yaratıcısına karşı imanını, ilim ve muhabbetini artıracak pek çok yol bulunur.

Günahın peşinden yapılan her istiğfar bir zikirdir. Her zikir bir ilmin ve fikrin meyvesidir. Eski kusurların yerine atılan her yeni hayırlı adım, Allah(cc)’a bir yakınlık sebebidir. Günahlar hatırlandıkça kalbin hüzünlenmesi, gönlün yanması, boynun bükülmesi ve gözyaşı O’nun engin rahmetine ulaştıran birer ibadettir.

Kötülüklerin iyiliğe çevrilmesinin bir şekli de, insanın bozuk fıtrat ve kötü amelinin değişmesidir. Güzel bir şekilde Allah(cc)’a tevbe eden kulun kötü ahlâkı iyiye döner; kalbi temizlenir, ruhu saflaşır, nefsinin kötü arzuları gider. Hatta tevbe ile kâfir mümin olur, Allah(cc)’ın dostluğu ile şereflenir. Fasık ise edeb ve haya ile süslenir, gafil zikretmeye yönelir.

Ahlâk ve fıtratın değişmesi çok zor olduğu söylenebilir. Fakat Allahu Tealâ’nın desteği ile kul güzel bir tevbe edince, sağlam bir irade ve istekle ahlâkını değiştirebilir. “Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar, Allah(cc) onların durumunu değiştirmez.” (Rad/11) ayeti, fıtrat ve ahlâkın istenirse değişebileceğine işaret eder.

Pişmanlıkla günahlarına tevbe edip, acziyetle Rabbine yönelen kul, hesap gününde kötü amellerinin cezasını beklerken onların silinip yerine iyilik yazıldığını görünce öyle bir sevinir ki, tarifi imkansızdır. Bu durumu Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz şöyle anlatırlar:

“Ben cehennemden en son çıkıp cennete en son giren kulu tanıyorum. Bu kul huzura getirilir. Allahu Tealâ meleklerine:
‘Bunun büyük günahlarını kenarda tutun, küçük günahlarını kendisine gösterin.’ diye emreder.
Melekler de onun büyük günahlarını kendisine göstermezler, küçük günahlar ortaya konur ve:
‘Sen şunları şunları yapmadın mı?’ diye hesap sorulur. Kul hepsini itiraf eder ve:
‘Evet ben bunları yapmıştım’ der. Bu arada büyük günahlarının önüne çıkmasından korkar. O sıkıntı içindeyken kendisine:
‘Her bir günahının yerine sana bir iyilik yazılacaktır’ denir. Bu durumu gören kul:
“Ya Rabbi! Ben birtakım günahlar daha işlemiştim, onları burada göremiyorum’ der.”
Hadisi nakleden sahabi diyor ki:
“Efendimiz, kulun bu sözünü naklettikten sonra öyle bir tebessüm buyurdular ki, saadetli ağzındaki azı dişleri göründü. (Müslim, Ahmed)

Demek ki kul, kusurunu bilip samimi olarak Yüce Allah(cc)’a dönse, boynunu bükse ve: “Ya Rabbi! Bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım. Keşke yapmasaydım. İnşaallah bir daha ben yapmayacağım” dese, bu yakarış ve edeble Allah(cc)’ın kapısında bekleyiş hiç boşa gidebilir mi?

Keşke Rabbime karşı şu kusuru işlemeseydim diye pişman olan kulu Allahu Tealâ öyle bir sever ki, şeytan: “Keşke şuna bu kusuru yaptırmasaydım” diye pişman olur.

Ve son olarak, tevbe eden günahkâr bir kuluna bu kadar cömert davranan ve onu sevip rahmetine boğan Kerim Mevlâmız, acaba ömrünü kendisine itaat ve ibadet içinde geçiren, haramı aklına bile getirmeyen dostlarına, kim bilir ne ikramlarda bulunur?


Nurullah Toprak
 
Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı.
Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu
hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin
ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:

Bunda da bir hayır var!

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.
Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.
Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve
kral ateş ederken tüfeği geriye dogru patladı ve kralın baş parmağı koptu.

Durumu gören arkadaşı her zaman ki sözünü söyledi:

Bunda da bir hayır var!

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?

Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında
uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını
bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına
diktikleri direklere bagladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardi ki,
kralın başparmağının olmadığını farkettiler.

Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanlar yemiyordu.
Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı.
Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler.

Diğer adamları ise pişirip yediler.

Sarayına döndügünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral,
onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu.

Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.

Haklıymışsın! dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.

İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.
Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi. Hayır diye karşılık verdi arkadaşı.

Bunda da bir hayır var. Ne diyorsun Allah aşkına diye hayretle bağırdı kral
Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.
Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? ...

Ve sonrasını düşünsene ?

Hayatta başımıza gelen olayları o an içinde değilde üzerinden bir süre geçtikten sonra değerlendirebilirse gerçekten hayır mı yoksa şer mi olduğunu öğrenebiliriz.
 

Ekli dosyalar

  • Bridge.webp
    Bridge.webp
    190.4 KB · Görüntüleme: 1,163
Insanlarin sikintilarina katlanmak, Allahu teâlânin begendigi, Resulullahin sevdigi ve evliyanin ozendigi bir ahlaktir.

* Hirsli mahrum kalir, cimri kotulenir, kiskanc da uzulur.
* Cok konusan cok yanilir. Cok gulenin heybeti ve hayasi azalir.

* Konustuguma pisman oldum, ama sustugum icin pisman olmadim.

* Islam dini, insanlarin dunyada da, ahirette de rahat ve huzur icinde yasamasini istiyor.

* En garip ve en cok muhtac oldugun gun, kabre konuldugun gundur.

* Mal, mulk, coluk-cocuk; Allahu teâlânin emanetleridir. Emanetlerini istedigi zaman alir.

* Sabir; yuzu eksitmeden aciyi yudum yudum icine sindirmektir.
* Baskasindan sana soz getiren, senden de ona goturur.

* Fitne; Muslumanlar arasinda boluculuk yapmak, onlari sikintiya, zarara, gunaha sokmak demektir ve cok gunahtir.

* Islerinin dogru gitmesini istersen, kendi basina hareket etme! Akillilarla istisare et!

* Insanlarin en akillisi; Allahu teâlâya itaat edip, insanlarin da itaat etmesine rehberlik eden kimsedir.

* Eshab-i kiramin cumlesi, adildirler.
* Iyi arkadas, dunya ve ahiret icin buyuk saadettir.

* Insanlar konusmayi severler fakat, konustuklari ile amel etmeyi, ogrendikleriyle yasamayi terk ederler.

* Nice kucuk amel, niyet ile buyur, nice buyuk amel ise, niyetle kuculur.
* Allahu teâlâyi taniyan, Onun rizasina kavusmak icin calisir.

* Bir cocugu Cehennem atesinden korumak, Dunya atesinden korumaktan muhimdir.

* Sadaka vererek rizkinizi cogaltiniz! Zekat vererek de, mallarinizi koruyunuz!

*Allahu teâlâya itaat eden, buyuk zatlarin sozlerine dikkat eder. Cunku onlara Allahu teâlâ tarafindan gercekler tecelli eder ve onu konusurlar.

* Uygunsuz bir sozu terk etmek, nefse bir gun oruc tutmaktan daha agir gelir.
* Fakirlik, haline sukredip kimseye sikayet etmeyerek ihtiyacini gizlemektir.

* Insani, Allahu teâlânin af ve magfiretine kavusturacak seylerden biri de, aclari ve yoksullari doyurmaktir.

* Hicbir faideli is yapmayarak omrunu bosa harcayandan daha hayirsiz bir kimse yoktur.

* Hallerin en dogrusu, Islamiyet’e uymaktir.

* Baskalarinin acilarindan ve gecmis felaketlerinden ders al. Boyle insanlarin nasihat ve tavsiyelerine kulak ver. Kendilerine pahaliya mal olmus seyleri sana bedava verirler. Illâ senin de basina gelmesini bekleme. Sana da cok pahaliya mal olur.



 

Ekli dosyalar

  • ~ gülo ~.webp
    ~ gülo ~.webp
    10.8 KB · Görüntüleme: 858
İki şey insanı “Nitelikli İnsan” yapar :
1- İradeye Hakim Olmak
2- Uyumlu Olmak

İki şey “Ekstra Değer” katar :
1- Hitabet ve diksiyon eğitimi almak
2- Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek

İki şey geri bırakır :
1- Kararsızlık
2- Cesaretsizlik

İki şey kaşif yapar :
1- Nitelikli çevre
2- Biraz delilik

İki şey ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar :
1- Baskın yeteneği bulmak
2- Sevdiğin işi yapmak

İki şey başarının sırrıdır :
1- Ustalardan ustalığı öğrenmek
2- Kendini güncellemek

İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır :
1- Niyetin saf olması
2- Ruhsal farkındalık

İki şey milyonlarca insandan ayırır :
1- Sorunun değil, çözümün parçası olmak
2- Hayata ve herşeye yeni (özgün, orijinal, farklı) bakış açısıyla yaklaşabilmek

İki şey gelişmeyi engeller :
1- Aşırılık (mübağala, abartı, ifrat, tefrit)
2- Felakete odaklanmış olmak

İki şey çözüm getirir :
1- Tebessüm (gülümseme, sırıtma veya kahkaha değil)
2- Sükut (susmak)

İki şey “Kalitesiz İnsan”ın özelliğidir :
1- Şikayetçilik
2- Dedikodu

İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer :
1- Bakış açısını değiştirmek
2- Karşındakinin yerine kendini koyabilmek

İki şey yanlış yapmanı engeller :
1- Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek
2- Hak yememek

İki şey kişiyi gözden düşürür :
1- Demagoji (Laf kalabalığı)
2- Kendini ağıra satmak (Övmek, vazgeçilmez göstermek)





http://nl.youtube.com/watch?v=Ma6HfRjDb2Y


Buradanda güzel bir siir dinleyebilirsiniz insaallah,arkadaslar...
 

Ekli dosyalar

  • 113286941451buyukds8.webp
    113286941451buyukds8.webp
    24.2 KB · Görüntüleme: 706
  • imamrabbanixj6.webp
    imamrabbanixj6.webp
    64 KB · Görüntüleme: 761
  • mjdelerlc8.webp
    mjdelerlc8.webp
    50 KB · Görüntüleme: 847
Geri
Üst